Hasret Gültekin yaşıyor, ondan henüz haberdar değilim. Babam yola çıktığı zamanlarda bana Tuz Gölü’nü gösterir, gölün gökkuşağı renklerine bakıp aklımdaki soruları çoğaltırdım. Göl, katbekat renklerle dolu. Bozkırın ortasında bu kadar rengi bir arada, bir gölün içerisinde görmek bir çocuğun görebileceği en güzel masal olmalıydı. Gölün karşı tarafında belli belirsiz küçük ağaçlar beliriyor, bazen ardıç ağaçları görülüyor. Her geçtiğimizde ardıç ağaçlarının neden yalnız olduğunu düşünüyorum. Kamyonun kaset çalarında Davut Sulari, Muharrem Ertaş, Ali Asker kasetleri çalıyorum. Yol ve müziğin birlikteliği, çölün ortasında masalın büyüleyiciliği insana devrim hâyâlleri kurdurmaya zorluyor. Ben o yaşlarda devrimi düşleyemiyorum, devrimden daha heyecanlı bir yolculuktayız. Ardıçların altında oturup saz çalan insanları hâyâl ediyorum. Bir koşuda ardıçların altında soluklanıyorum, oradan oraya bakınıp duruyorum. Bir başka ardıcın altına oturup, komşu ardıcı izliyorum. Bir yanda sakin hareketlerle yürüyen köylüleri, buğday hasadından dönerken görüyorum.
Her dağın bir sırrı var derler. Babam ısrarla dağı gösteriyor, “bak oğlum burası Hasan Dağı”. O heybetli, hikmetinden suâl edilmeyecek yüksek Hasan dağı… Belki tuz gölü, Hasan dağının göz yaşlarıydı ve yalnızca ardıç ağaçları gördü dağın acısından damıttığı göz yaşlarını. Hasan Dağı’ndan Pozantı’ya, Akdeniz’e doğru açılan darboğaz geçitlerden geçiyoruz. Ve bir gün İnce Memed türküsü söylerken Veysel Güney, Veli Eskili, Ali Uygur‘un ince iniltileriyle uyanıyorum. Tüm gülümsemeler buluşmuş, bozkırın dağlarından Akdeniz’e yürüyorum. Ozanların türküleri dağlara doğru söyleniyor, devrim hâyâli olanlar cümle bir yolculukta güle oynaya yürüyorlar.
Sırrı olan dağlara, “meyhâne” şirimi bırakıyorum.
“acının çölüne meydanlar dolusu ağla
korsan bir yürüyüşte kapattığın avuçlarını aç
kendini toparla
sular da diner birgün içindeki çağlayanda
kimsesizler mezarında, bir veysel gömütünde
dağların ensesi kalındır, kâğıda sırt vermiş bir yazıttan
meyhânedir sırt vermişlerin, ceketini asmışların
suların derinine inen göçleri kaldırmışların
dağlar utancını saklar, ağaçları örter üstüne
bazı sözler saklanmaz, gider göğe sinerler
göğe durmadan yıldız yollamamız bundandır
suya düşenler oturur meyhâneye
suda durulan, suda görülen sûretimizdir darda olan
yıldızken kimsesizler mezarlığını ısrarla mekân tutanlar
yokluğu meyhânede arar, ilk duble ile son ayna arasında”
Bir Yol Gazetesi